Bir Hikayem Var
İnsanlar artık küçük hikayeler izlemek istemiyor.
Televizyon büyük hikayeler istiyor.
Televizyon büyük hikayeler istiyor.
Seyircinin talebi bu.
….
Benzeri cümleleri çoğaltmak çok da zor değil. Türkiye’de televizyon ve izleyicisi arasında güçlü bir ilişki var. Bir biçimde aşk nefret ilişkisi olduğunu düşünürüm bunun. Ya tamamen sırt dönülen, entelektüel donanımın belirleyicisi sayılan bir reddediş ya da mesafesiz bir sevme hali arasında gidip gelen bir hal.
Televizyonun etki alanı üzerine çalışan pek çok akademisyen de var. Ama akademi içinde de gördüğüm, sezdiğim, taraflarından dinlediğim bir burun kıvırma mevcut. Oysa sosyal yaşamı, siyaseti belirleyen ve şekillendiren bir güce bir bilim insanının heyecan duymaması ya da küçümsemesi pek de akla yatkın değil. Bir de son yirmi yılda televizyonculuğun tam ortasına oturan dizilerin finansal karşılığını da düşünürsek bu meseleye dair küçümsemeleri anlamak hiç mümkün değil. Neyse ki her şeye rağmen rakamlar, raporlar, akademik çalışmalar devam ediyor. Lakin ben akademik yaklaşımları, Türkiye dizilerinin yurt dışı satışları, reytingleri, yerli oyuncuların uluslararası popülerliği konularının üzerinden atlayıp direkt tüm o süreci başlatandan, ‘’hikayeden’’ bahsetmek istiyorum.
Her sezon popüler olan projeler etrafında bazı kalıplar, şablonlar, reçeteler çıkarılmaya çalışıyor. Çok anlaşılmaz değil belki. En az riskle, en büyük etkiyi yaratmak istiyor herkes. Fakat işte insan dediğinin bir kullanım kılavuzu yok ki. Bir yanı ile çok değişken bir yanı ile varoluşsal bir klişe olan ve klişede ortaklaşıyor insan. Beğenileri, tercihleri her şeyden etkileniyor pek tabii. Tüm sosyal ve politik gelişmelerden, manipülasyonlardan, karar vericilerin belirlediği sınırların şekillendirdiği kabullerden etkilenen izleyiciye yeni bir şey anlatmak her defasında yeniden keşfetmek demek. Sonucu öngörülemeyen bir risk bu. Her daim ince buz üzerinde yürümek gibi.
Dünya’nın etkilendiği pandemi sürecinde de her şey değişti ama her şey değişti mesala. Tüm ilişki biçimleri, tüm duygu geçişleri, tüm iş biçimleri, her şey ama her şey. İnsanın insanla ilişkisi, insanın mekanla ilişkisi, insanın kendi ile ilişkisi… Reçeteler, kılavuzlar beklenmeyen kriz karşısında çaresiz kaldı.
Ekrana bakma süresi de bu süreçten en çok etkilenen şeylerden biri oldu. Zaten çoklu ekran kullanımına adapte olmuş gençlere aileleri de eklendi. Platformlar içeriklerini beklediklerinden daha hızlı orta yaş ve üzerine ulaştırabildiler. Hatta alıştırdılar da. Ama televizyon yeri sarsılamayacak kadar güçlü bir gerçek hala. Dizi setleri durunca, sezon içindeki planlamalar belki şaştı ama pandemi gölgesinde bir süre sonra su aktı yolunu buldu. Yeni sezon belki öncekilere göre biraz daha sönük ve kaygılı başladı ama başladı. Bu sürecin en çok izlenen televizyon dizilerinden biri ‘’Masumlar Apartmanı’’ oldu. 15 Eylül 2020’de ilk bölümü ekrana gelen dizi OGM Pictures yapımı. Psikiyatrist Gülseren Budayıcıoğlu’nun Madalyonun İçi kitabından bir hikâyenin ekran uyarlaması. Ezgi Mola ve Merve Dizdar şahane performansları ile her hafta yeniden yeniden parlıyorlar. Bunu da belirtmeden geçemem Senaristler Deniz Madanoğlu ve Rana Mamatlıoğlu da şahane bir çatı kurmuşlar ellerine sağlık. Salı akşamları TRT1 ekranında yayınlanan dizi TRT1 izleme alışkanlığı olmayan yüzbinlerce belki de milyonlarca insana TRT1 izlettirmeyi de başardı. Elbette yaşanan bir hikâyeden uyarlanmış olduğunun bilinmesi en baştan beri izleyici için izleme motivasyonunu güçlendiren bir şey. Fakat ne yaşanmış hikayeler harcandı daha önce. Yeniden salı akşamına dönersek ben de bir izleyicisi olarak her hafta merakla bekliyorum yeni bölümü. Ve her hafta yeniden düşünüyorum şimdi bu nasıl bir hikâye? Büyük hikâye mi küçük hikâye mi? Bu iki tanımlamayı belirleyen pek çok detay bu hikâyede belli belirsiz karşımıza çıkıyor. Bu insanlar sefalet çekmiyorlar fakat ağız tadıyla mükellef bir sofraya da oturamıyorlar. İstedikleri her şeyi alabilirler gibi fakat kimse tasarım kılıklarla dolaşmıyor.Kimse çok şık değil. Kimse sefalet içinde de değil. Hikaye -belli ki- yayınlandığı kanalın politikası sebebiyle romantik aksını oluşturan güzel kız ve güzel oğlanı yakınlaştıramıyor. Tutku yok, seks yok. Belki de çeşitli kısıtlar sebebiyle oldukça sası, duygusu zayıf bir esas çift var. Karakterlerin hayatlarında kocaman olan çok büyük olansa belirgin bir çaresizlik. Üstünden atlayabilseler, başarabilseler, engellerini aşabilseler onlara vaat edilen ödülse küçük hikayecikler, sıradan bir insan olma hali. Bir parkta çay içmek, sevdiğin bir arkadaşını evine davet edebilmek, evlenmek, pazara gidip enginar almak, hızlıca bir pilav bir çorba yapıp yarım saate bir sofra kurabilmek …. Şimdi bu küçük insanların hikayesi mi? Büyük dertlerin dünyası mı? Bir insanın hiç kimseye dokunamaması mı büyük bir derttir, eşi tarafından aldatılması mı, sevdiği adam yerine Torosların genç ağasına eş, bölgeye hanım ağa olması mı, tecavüze uğradığına inanmayan büyük aşkı tarafından ahlaksızlıkla suçlanması mı? Ya da bir şehri ele geçirmeye çalışan karanlık güçlerin mücadelesi mi büyük bir mücadeledir bir tabak pilav pişirebilmenin mücadelesi mi?
Her sezon her yeni projede onlarca insan, onlarca farklı masa etrafında yazının başında yazdığım soruları, kabulleri sora sora birtakım kararlar alıyor. Çok yorucu ve neredeyse imkansızın gerçek olduğu bir üretim süreci başlıyor. Ve bu süreçte emek veren herkes gerçekten birer mucize perisi. Olmazı olduruyor. Fakat bu telaş içinde önemi belki de basitliğinde gizli olan ıskalanıyor. Büyük ve küçük sıfatı arasına sıkışabiliyor insan da hikâye de. En başında, sanki en kolayı gibi duran hikayeyle, yani insanla, yani hayatla mesafelendikçe büyük mü küçük mü oyunları içinde debeleniyor hem sektör hem izleyici. Hanım ile Ali Haydar Usta, Bihter ile Behlül, Hürrem ile Sülüman farklı dünyaların, dönemlerin, küçük mahalle meydanlarının, kocaman yalıların, ihtişamlı sarayların daha ötesinde bir ortaklıkta buluşmasalardı bu derece büyük hikâyeler olabilir miydi?
….
Benzeri cümleleri çoğaltmak çok da zor değil. Türkiye’de televizyon ve izleyicisi arasında güçlü bir ilişki var. Bir biçimde aşk nefret ilişkisi olduğunu düşünürüm bunun. Ya tamamen sırt dönülen, entelektüel donanımın belirleyicisi sayılan bir reddediş ya da mesafesiz bir sevme hali arasında gidip gelen bir hal.
Televizyonun etki alanı üzerine çalışan pek çok akademisyen de var. Ama akademi içinde de gördüğüm, sezdiğim, taraflarından dinlediğim bir burun kıvırma mevcut. Oysa sosyal yaşamı, siyaseti belirleyen ve şekillendiren bir güce bir bilim insanının heyecan duymaması ya da küçümsemesi pek de akla yatkın değil. Bir de son yirmi yılda televizyonculuğun tam ortasına oturan dizilerin finansal karşılığını da düşünürsek bu meseleye dair küçümsemeleri anlamak hiç mümkün değil. Neyse ki her şeye rağmen rakamlar, raporlar, akademik çalışmalar devam ediyor. Lakin ben akademik yaklaşımları, Türkiye dizilerinin yurt dışı satışları, reytingleri, yerli oyuncuların uluslararası popülerliği konularının üzerinden atlayıp direkt tüm o süreci başlatandan, ‘’hikayeden’’ bahsetmek istiyorum.
Her sezon popüler olan projeler etrafında bazı kalıplar, şablonlar, reçeteler çıkarılmaya çalışıyor. Çok anlaşılmaz değil belki. En az riskle, en büyük etkiyi yaratmak istiyor herkes. Fakat işte insan dediğinin bir kullanım kılavuzu yok ki. Bir yanı ile çok değişken bir yanı ile varoluşsal bir klişe olan ve klişede ortaklaşıyor insan. Beğenileri, tercihleri her şeyden etkileniyor pek tabii. Tüm sosyal ve politik gelişmelerden, manipülasyonlardan, karar vericilerin belirlediği sınırların şekillendirdiği kabullerden etkilenen izleyiciye yeni bir şey anlatmak her defasında yeniden keşfetmek demek. Sonucu öngörülemeyen bir risk bu. Her daim ince buz üzerinde yürümek gibi.
Dünya’nın etkilendiği pandemi sürecinde de her şey değişti ama her şey değişti mesala. Tüm ilişki biçimleri, tüm duygu geçişleri, tüm iş biçimleri, her şey ama her şey. İnsanın insanla ilişkisi, insanın mekanla ilişkisi, insanın kendi ile ilişkisi… Reçeteler, kılavuzlar beklenmeyen kriz karşısında çaresiz kaldı.
Ekrana bakma süresi de bu süreçten en çok etkilenen şeylerden biri oldu. Zaten çoklu ekran kullanımına adapte olmuş gençlere aileleri de eklendi. Platformlar içeriklerini beklediklerinden daha hızlı orta yaş ve üzerine ulaştırabildiler. Hatta alıştırdılar da. Ama televizyon yeri sarsılamayacak kadar güçlü bir gerçek hala. Dizi setleri durunca, sezon içindeki planlamalar belki şaştı ama pandemi gölgesinde bir süre sonra su aktı yolunu buldu. Yeni sezon belki öncekilere göre biraz daha sönük ve kaygılı başladı ama başladı. Bu sürecin en çok izlenen televizyon dizilerinden biri ‘’Masumlar Apartmanı’’ oldu. 15 Eylül 2020’de ilk bölümü ekrana gelen dizi OGM Pictures yapımı. Psikiyatrist Gülseren Budayıcıoğlu’nun Madalyonun İçi kitabından bir hikâyenin ekran uyarlaması. Ezgi Mola ve Merve Dizdar şahane performansları ile her hafta yeniden yeniden parlıyorlar. Bunu da belirtmeden geçemem Senaristler Deniz Madanoğlu ve Rana Mamatlıoğlu da şahane bir çatı kurmuşlar ellerine sağlık. Salı akşamları TRT1 ekranında yayınlanan dizi TRT1 izleme alışkanlığı olmayan yüzbinlerce belki de milyonlarca insana TRT1 izlettirmeyi de başardı. Elbette yaşanan bir hikâyeden uyarlanmış olduğunun bilinmesi en baştan beri izleyici için izleme motivasyonunu güçlendiren bir şey. Fakat ne yaşanmış hikayeler harcandı daha önce. Yeniden salı akşamına dönersek ben de bir izleyicisi olarak her hafta merakla bekliyorum yeni bölümü. Ve her hafta yeniden düşünüyorum şimdi bu nasıl bir hikâye? Büyük hikâye mi küçük hikâye mi? Bu iki tanımlamayı belirleyen pek çok detay bu hikâyede belli belirsiz karşımıza çıkıyor. Bu insanlar sefalet çekmiyorlar fakat ağız tadıyla mükellef bir sofraya da oturamıyorlar. İstedikleri her şeyi alabilirler gibi fakat kimse tasarım kılıklarla dolaşmıyor.Kimse çok şık değil. Kimse sefalet içinde de değil. Hikaye -belli ki- yayınlandığı kanalın politikası sebebiyle romantik aksını oluşturan güzel kız ve güzel oğlanı yakınlaştıramıyor. Tutku yok, seks yok. Belki de çeşitli kısıtlar sebebiyle oldukça sası, duygusu zayıf bir esas çift var. Karakterlerin hayatlarında kocaman olan çok büyük olansa belirgin bir çaresizlik. Üstünden atlayabilseler, başarabilseler, engellerini aşabilseler onlara vaat edilen ödülse küçük hikayecikler, sıradan bir insan olma hali. Bir parkta çay içmek, sevdiğin bir arkadaşını evine davet edebilmek, evlenmek, pazara gidip enginar almak, hızlıca bir pilav bir çorba yapıp yarım saate bir sofra kurabilmek …. Şimdi bu küçük insanların hikayesi mi? Büyük dertlerin dünyası mı? Bir insanın hiç kimseye dokunamaması mı büyük bir derttir, eşi tarafından aldatılması mı, sevdiği adam yerine Torosların genç ağasına eş, bölgeye hanım ağa olması mı, tecavüze uğradığına inanmayan büyük aşkı tarafından ahlaksızlıkla suçlanması mı? Ya da bir şehri ele geçirmeye çalışan karanlık güçlerin mücadelesi mi büyük bir mücadeledir bir tabak pilav pişirebilmenin mücadelesi mi?
Her sezon her yeni projede onlarca insan, onlarca farklı masa etrafında yazının başında yazdığım soruları, kabulleri sora sora birtakım kararlar alıyor. Çok yorucu ve neredeyse imkansızın gerçek olduğu bir üretim süreci başlıyor. Ve bu süreçte emek veren herkes gerçekten birer mucize perisi. Olmazı olduruyor. Fakat bu telaş içinde önemi belki de basitliğinde gizli olan ıskalanıyor. Büyük ve küçük sıfatı arasına sıkışabiliyor insan da hikâye de. En başında, sanki en kolayı gibi duran hikayeyle, yani insanla, yani hayatla mesafelendikçe büyük mü küçük mü oyunları içinde debeleniyor hem sektör hem izleyici. Hanım ile Ali Haydar Usta, Bihter ile Behlül, Hürrem ile Sülüman farklı dünyaların, dönemlerin, küçük mahalle meydanlarının, kocaman yalıların, ihtişamlı sarayların daha ötesinde bir ortaklıkta buluşmasalardı bu derece büyük hikâyeler olabilir miydi?
Yorumlar
Yorum Gönder